Bu metnin;ne kadar da "kayan yazı" olduğunu düşündüren bir görüntüsü var deil mi?....ama hayatta hiçbişey göründüğü gibi değildir......aslında... dikkatli bakarsanız bunun "kaymayan bir yazı" olduğunu göreceğinizi biliyor muydunuz?..............................................lütfen dikkatle bakmaya devam edin.................................................. ve bunun aslında kaymayan bir yazı olduğunu görün....................................................evet,simdi hep birlikte bakışlarımızı, tam olarak bu noktaya davet edelim.............................................................şimdi yavaş yavaş kaymayan bir yazıymış gibi gelmeye başladı deil mi?.................................birazdan bunun gerçekten de kaymayan bir yazı olduğunu siz de göreceksiniz............................................................................kaymayan bir yazı...............................:)))))).........

Perşembe, Aralık 27, 2007

Hayat o kadar zor mu?

Hayatım güzel giderken, hiç gerçekleşmeyeceğini bildiğim halde, hayaller kurarım hep, … bu ironiye de gülümserim kendi çapımda… Sabahları mutlu uyanırım. Aynaya bakarken bilinçli bakışlarım yanaklarımdaki şişkinliğin mutluluktan olduğunu sanırlar, beni mutlu eder bu hayaller ağzımdaki çikolata tadı henüz hala ordayken… ama gerçekler sanılandan çok daha farklıdır. Bırak hayallerin gerçekleşmemesini, yaşadığın hayat bile kendi kafanda yarattığın sanrısal bi döngüdür sadece. Durmadan kendini tekrar eden sonsuz bir döngü… yaşayanlar değişir, yaşananlar değişmez.

Uykum geldiğinde birini özlediğimde ya da çok üşüdüğümde bilinçaltımdan gelen sesler yatağımın rahatlığını ve sıcaklığını hatırlatır bana… O yorganın altında huzurlu olduğumu hatırlarım, uykusuz kaldığım ve nefret soluduğum geceler gelmez nedense aklıma… Sonra o karanlık anıların aklıma gelmediğini getiririm aklıma aynı az önce yaptığım gibi. Ağzımdaki çikolata tadı ekşimeye başlar zamanla. Şu noktada bir film olsa hayat, fonda çalması beklenen müzik barizdir.

“…Hayat o kadar zor mu? Atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara?...”

Durup dinlerken sen, çevrendekiler: “Kurnaz ve güçlü olan materyalist yaklaşımlar kazanırken oyunu, karşısındakine değer veren, hümanist bakışlar psikologların cebini doldurmaktan başka bi işe yaramıyor bu oyunda” diyolar. Mutsuz oluyosun. Keyfin yerine gelsin diye yatağına dönüyosun umutla… Fakat yastığın sert, yorganın soğuk geliyo artık sinirden ısınmış beynine. Tavanın hala beyaz olduğunu fark ettiğin an, umutla yukarı uzanıyor kolların. Tam da o anda pusuda bekleyen yay sırtında hissettiriyor kendini. Kollarını indirirken bu yatağın artık çok fazla şeye şahit olduğunu ve hesabının kesilmesi gerektiğini düşlüyosun sonra…”Depoya atın bunu! Ne ekmek ne de su verin!” diye haykırıyosun sessizce... ve mizah anlayışının hala yerinde oluşunu fark etmen tam da o ana tekabül ediyo. Hayır sen onlara benzemiyorsun. Benzemesen de en az onlar kadar varsın bu oyunda!

Cumartesi, Kasım 03, 2007

ya saat kaç oldu ki?

Geçenlerde bi akşam, benim başka bi arkadaşın organize ettiği bi eğlence için önceden adını söylediği bara gidecek olduk arkadaşlarla. Mekanın yerini tam bilmediğimiz için taksiye bindik. İlk bindik şimdi, öne ben oturdum, tam kemeri takmaya çalışırken, taksici boğuk bi ses tonuyla:
-Takacan mı onu?
-
Neyi?
-Onu…kemeri…gerek var mı?
Yok mu?
-Bence yok… Sen bana güvenmiyo musun?
deyince dalga geçer gibi ve gayet kendine güvenen bi tavırla; ben de kendimi tutamayıp
-Çattık yaaa! Akşam akşam… Manyak mısın nesin lan? Wing Tsun öğrencem ben, sıkarım ümüğünü… Izdırap olurum lan sana!
Demedim tabi. Gayet espriden anlayan bi tavırla, hiç bişey demeden kemerimi takıp neden böle tiplerin hep beni bulduğunu içimden geçirerek, kendi çapımda gülümseyip önüme döndüm. Ki zaten beynim, “şoför hariç 5 kişinin, ki biri Burak, :) nası olup da bu taksiye sığışabildiği” fikri üzerine dalgalanırken aklımın gıdıklanmasına engel olamıyordu…Fakat Kaan’ın o gece başka arkadaşlarına sözü olduğundan inmesi gereken yerde onu indirdikten sonra, yola devam edip hedefe varınca taksimetrede yazan 4.00 YTL’ yi, angutluğunu çoktan ispatlamış taksicimize vermek için arkaya dönüp “Hadi çıkın bozukları…adam başı bi milyon” demiş bulundum. Bi şekilde toparlayıp, adama 4 milyonu uzatınca, adam gene aynı boğuk ses tonuyla
-5 milyon vereceeniz… dedi.
-O niye?
-Adam başı bi milyon demedin mi?
-dediim…
-Bi arkadaşınız da önceden inmişti. Onun yerine de vermeniz lazım…
diyip cevap beklercesine mal mal yüzüme bakınca ben de kendimi tutamayıp:
Kardeş… Yorma beni bak!.. Akşam akşam boşu boşuna bi de adam mı döveyim yahu!? Onu mu istiyosun?
Demedim tabi… Onun yerine, ne kadar salak espriler yapıyosun be hocam ifadesiyle sırıtarak başımı hafifçe eğdikten sonra arabadan inerken “İyi akşamlar…” dedim. Garip bi gün olacağını bu an anlamalıydım… ama gün daha yeni başlıyormuş meğer :)

Durmadan bira şarap marap yüklenince ister istemez çişi geliyo tabi insanın. Pisuara geçtim, tam işiyorum, durmadan aklımdan “ya saat kaç oldu ki” sorusu geçmeye başlayınca bitmesini bekleyemeden telefonu cebimden çıkarıp saate baktım. O anda nası olduysa sen hop fırla elimden, cuk otur pisuardaki sidik birikintisinin içine!.. :) Güler misin ağlar mısın… Boğularak ölmek üzere olan zavallı telefonuma dokunmaya korkan iki parmağım yordamıyla telefonu çekip aldıktan sonra, tuvaletin hiç bi noktasında peçeteye ya da kağıda benzeyen bi oluşum göremeyip bi de üstüme sildim telefonu… Buna rağmen kurtaramamıştım hayatını... açılmıyodu işte bi türlü… Neyse gecenin ilerleyen saatlerinde eve gelip bataryayı değiştirince çalışmaya başladı da “neyse… deydi, boşa gitmemiş uğraşlarım” dedim.


Geçen gün telefonda bişey gösteriyodum bi arkadaşa da direk aklına bu olay geldi. İnsanlar iki kez düşünüyo artık telefonuma dokunmadan önce yaa…ehehhehe :)

Pazar, Ekim 28, 2007

Bi İlhan İrem vardı... N'ooldu ona?

Geçen bi şarkıya ilişti kulağım istemeden: “…ağzımda bal gibi tatlı bir türkü…bir iner bir çıkarım bu yokuşu.."diye gidiyo. Ses çok tanıdık ama bi türlü çıkaramadım sahibini. Bunun çok daha öncesinde, bu kızılayda herkesin polat ve memati gibi yürüdüğü dönemlerde, işte bigün gaste okuyorum; en arka sayfada bi resim var Tuba Özay’ın. …"ıyk" dedim çevirdim sayfayı spor haberlerine baktım: “Beşiktaş, anlaşmaya vardığı Brezilyalı oyuncu Nobre ile sözleşme imzalarken, bu oyuncuyu, bonservisiyle transfer etti.” Neyse Fener de Ronaldinho’yu alır artık dedim. :P Yüzümdeki sırıtma tam kaybolurken açtım Güneri Civaoğlunu okudum ne yazmış gündemle ilgili die… Gasteyi sondan başa okuyanlardanım ben de… napiim :)
Sonraları bi sohbet esnasında Bi-arkadaş:
-Ya eskiden bi Haluk Levent vardı n’ooldu ona?
deyince “aha dedim ses sahibini buldu..” Sonradan öğrendim ki şarkı da Ezginin Günlüğü’nünmüş.
Bir-diğer-arkadaş da:
-Fener’in PSV’yle berabere kalması ii olmadı yaa yenseydik keşke dedi. Konu Fenerden açılınca Bi-arkadaş:
- Bi Tuncay vardı n’ooldu ona?
Dedi. O öle deyince “Ya…” dedim “Tuncay Şanlı aynı Tuba Özay’a benziyor
Bir-diğer-arkadaş da:
-Facebook’ta Tuncay Şanlıyı Tuba Özay’a benzetenler grubuvar dedi.
Sonra bi-arkadaş:
-Nobre'yi de aldık Fenerden enayi gibi bi işe yaramadı… deyince
Ya…” dedim içimden “Nobre de aynı Haluk Levent’e benziyor
Sonra bi-diğer-arkadaş:
- Olum bütün süper kahramanlar dönüyo. Batman returns, Superman returns. Dönmeyen harbi delikanlı süper kahraman istiyorum ben artık
dedi. O öle deyince. Bi-arkadaş da:
-Yaa Batman’de Jack Nicholson vardı bi tane… N’ooldu ona?
dedi. Sonra bi-diğer-arkadaş:
-The Departed da oynadı en son.. Çocukluğunda büyükannesini annesi, annesini ise büyük ablası sanıyomuş adam.
deyince:
Ya…” dedim içimden “Jack Nicholson da aynı Güneri Civaoğlu’na benziyor
Sonra bir-arkadaş:
-Olum ben mezun olacak öğrenci formunu doldurmadım daha süresi geçmedi dimi onun?
Dedi… Bir-diğer-arkadaş da:
-Ooo artık herkes James Bond gibi giyinir gelir mezuniyete dedi.
Ya…” dedim içimden “James Bond da aynı Memati’ye benziyor
Sonra konu şu son zamanlardaki milliyetçilikten ve sınır ötesi operasyondan açılınca “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünden esinlenmiş olacak ki bi-arkdaş:
-Ya bi Elvan Abeylegesse vardı n’ooldu ona? dedi. Bi-diğer-arkadaş da:
- Kim ha böyle gezse?? dedi :))

Ya…” dedim içimden “Elvan da aynı Ronaldinho’ya benziyor

Perşembe, Ekim 25, 2007

Melankoli...

Sonbahar geldi de geçiyor bile... Sararıp dökülen kurumuş yapraklara dönmüştüm ya.. Ezmeyi öğrendim ben... çatur çutur eziyorum artık onları... Parça parça olmadan önce çıkardıkları haykırışın tınısı hoşuma gidiyo... Bi tek ben duyuyorum seslerini... çektikleri acıyı ben biliyorum. Gözyaşlarım mı? Ooo onlar çoktan buharlaştı... soluyorum şimdilerde buharlaşan gözyaşlarımı... Evet hala aynı müzikleri dinliyorum, hala... ama artık daha çok anlıyorum sözlerin demek istediklerini... dinlerken hissettiklerim bunlar değildi ki... Değiştim biraz sanırım... Saçlarım mı? Kestirdim onları da kurtuldum be abi... Berber çırağından da rica ettim, süpürdü anılarımı da saçlarımla beraber... sağolsun. Yüzüm daha çok gülüyor artık...

Cumartesi, Ekim 20, 2007

Evet yanlış duymadınız 3 yıldır gözüm gibi baktığım saçlarımı kestirdim !!!

Saçlarımı kısa kestirme kararımda; babamın kel kalacağıma dair söylemlerinin, cep telefonumun çalar saatinin “ertele” fonksiyonu tadındaki periyodik uyarılara dönüşüp durmadan devam etmesinin en büyük etken olduğu söylenebilir. - ki kendi saçları gayet kellik kavramından uzak bir oluşum sergileyen babam, beyin yıkama konusunda Orwell’ın Büyük Birader’inden daha yeteneklidir. :)
Evden çıkarken gayet kendinden emin olan ben, berbere varınca nasıl oldu da bir anda o kadar pıstım anlamıyorum hala…
-Tamam kestirecem! Artık eminim!
diye diye gittim; ama nası olduysa o berber koltuğuna oturmamla “acaba kestirmesem mi ki?” fikrinin bütün beyinsel fonksiyonlarıma obstrüksiyon uygulaması bir oldu. Fakat berberden gelen son “Emin misin?” sorusunun cevabı tabi ki “evet!” olarak çıktı ağzımdan hiçbir nöronum çalışamamaktaymışçasına...
Şimdi adam başladı kesmeye…gayet kendinden emin bi tavırla kesiyo falan…bi ara bişeyler getirmeye 2 dakka içeri gitti. Benim surat aynen şöyleydi; ama abartmıyorum:
Berber işini bitirdikten sonra ise nasıl olduysa şu moda girdim:
-Güzel oldu lan sanki! Dur bakayım… evet evet güzel oldu… bakayım…evet evet…tamam.

Yeni halime alışamamış olmamdan kaynaklanan ruhsal denge bütünsüzlüğüm hareketlerime de yansımış olacak ki berberden çıkıp yolda giderken her stratejik noktada kendime baktım. Yürürken araba camlarından sürekli kendine bakan bi tipe dönüşmüşüm farkında değilim. Böle D&R’ a girdik yürüyen merdivende tavandaki aynadan kendime bakıyorum falan…
Bu zor günümde berberde beni yalnız bırakmayan ağbime sonsuz teşekkürü borç bilmekle beraber saçlarım kesilirken zırt pırt aynadan bana bakmayıp beni güldürmediği için de ayrıca minnetarım. :P

Pazar, Eylül 30, 2007

AY-POD ŞAFIL

Geçenlerde Eskişehir yolunda “CEPA” alışveriş merkezi açıldı, ve dolayısıyla içinde bulundurduğu Türkiye’deki ilk Apple bayii de açılmış oldu. :) Aslında Apple ticari amaçlarla açılışını 2 gün falan sonra yaptı ve bunu bir reklama çevirmeyi başarması çok zor olmadı. Gelen ilk yüz kişiye i-pod shuffle hediye edeceklerdi.Yani artık satmayan, hatta ekranı bile olmayan, küçük uyduruk elde kalmış i-pod’lardan…CEPA’nın kapıları 10:00 da açılırdı fakat Apple açılışını 12:00 de yapacaktı ve kapısının önünde 2 saat boyunca bekleyen beleşçi insan güruhu farkında olmadan yeterli reklamı yapmış olacaktı. Yavuz’un da gazıyla Göksu’yu da alıp gittik sabahın köründe CEPA’nın otoparkına, arka kapının önüne park ettik. Giriş kapısında beş on kişi ya var ya yok… Hava da soğuk olduğu için arabada yarı uyur yarı uyanık vaziyette beklemeye koyulduk. Uyumuşuz… :)
Gözleri bi açtık kapıdakiler 30 kişi olmuşlar. İnelim artık dedik. İndik… Geçtik sıraya…En sonunda saat 10’da kapıların açılmasıyla içeri dalıp, yürüyen merdivenleri beşer beşer çıkarak 2’inci kattaki Apple bayiinin önündeki sıraya katıldık. Katıldık katılmasına ama baya bi gerideyiz… Küçük fırlama bi velet bulup kafaları saydırdık. Önden 82’inciydim. Neyse gene iyi dedik… hepimiz alabilecez, alınca kullansak mı satsak da üstüne para koyup daha iyisini mi alsak hesapları yaparken sıra bize geldi ve ben içeri 100’üncü olarak girmiş bulundum. Acaba nası oldu da araya kaynayan 18 kişiyi farkedemedik diye düşünürken ve bi yandan İlerlerken çizginin arkasında kalan Yavuz’lara bakarak, savaşta yan yana koştuğun silah arkadaşına bir mermi isabet ettiğinde ne hissedeceğini bilemeyen bi asker gibi sevinç mi üzüntü mü duysam bilemedim. Aslında sevinmiştim çünkü zamanında o kadar para biriktirip aldığım i-podum pantolonumun cebindeyken üstüne basmamla katırdamış, hatta kuturdamıştı…ve o anı hala unutamam :) üstüne basıyosun, “katırt”ı duyuyosun, sonra normalde pantolondan çıkmaması gereken bu sesin neye ait olduğu üzerine beyninde yorumlar yaparken “kuturt” u duyarak kibarca “Anaa… gitti i-pod!” diyosun.
Sonrasında i-pod’u vermeleriyle, kameraların etrafımı sarması bir oldu. Yanıma da yoldan buldukları bi adamı yerleştirip.
-Evet 101’inci oldunuz! 2 saat beklediniz ve alamadınız. Nası bi duygu? Kötü dimi?
( Nası ya 101’inci Yavuzdu ama…)
- Yok gardeş yav.. ben zaten araya gaynamıştım. Beş dakka önce geldimdi…
- Eee..evet, peki ya siz? Aralara kaynamalara rağmen 100’üncü olup aldınız. Ne diyeceksiniz?
- Evet, öyle oldu…....................şans…

Dedim... ama demek üzere aklımdan geçenleri buraya yazmak konusunda tereddütlüyüm…yok yok eminim, yazmicam.

Perşembe, Eylül 20, 2007

Uykusuz

Geçirdiğim şu son bikaç ardışık uykusuz gecede nerdeyse bütün uyunuş pozisyonlarına girdim ve bir tespit yaptım. İnsanın ne kadar yalnız da olsa, o sıcak yorganın altında ve cenin pozisyonunda -ki pozisyon gerçekten önemli- kendini ne kadar güvende hissedebildiğini farkettim. Ense ve hatta kafanın arkası kapalı olacak şekilde, yorganın bütün vücudunu sarması ve sırtın duvara verilmesi durumunda, anlık da olsa, mutlu olabiliyormuş insan... İsteğe bağlı olarak yorganın bacakların arasına alınması ve bir tutam yorganın ellerle çene hizasında sıkı sıkı tutulması hali de uygulanması durumunda ayrı bi güven hissi katabiliyor.. Uyuyamazken bunun ne kadar da mantıklı olduğunu düşündüm dün gece. Belki de hayatımız boyunca bu b.ktan dünyada asla bir daha ana rahmi kadar güvende olabileceğimiz bir mekanda bulunamayışımız bilinç altımızın onu özlemesine sebep oluyordur. Yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız sırasında asla o 9 ay boyunca olduğumuz kadar saf, güvende ve mutlu olamayacağımız bi gerçek sanırım. Evet, yolun dörtte birini çoktan aştım, ve daha üniverste son sınıftayım, ve evet... ben şimdiden cenin olmayı çok özledim...

Perşembe, Nisan 12, 2007

20 Numaralı Koltuk

6 Nisan akşam 21 otobüsüyle Çanakkale’ye gitmek için yola çıktım. Askerliğini asteğmen olarak yapmakta olan abimi ziyaret edip hasret gidercektim… Bilete baktım 20 numara yazıyo. Orta kapının hemen önündeki koltuk oluyo 20 numara. Arkasında servis dolabı falan var. Şansıma süper yermiş 20 numaralı koltuk. Hem cam kenarı hem kek dolabının hemen önünde.Ben tabi gece boyu koltuğu yatırıp yatırıp kolumu uzatıp kek aşırdım arkadan. İşin ilginci utanmadan yedim bi de onları :)
Ben otobüslerde hiç uyuyamam diyip duruyorum ya, gece yolculuğu da olsa yanıma bi kitap aldım ki nası olsa uyuyamam gene bari okuyayım bişeyler de 11 saatlik yol boşa gitmesin dedim. Sunay Akın’ın “Kız Kulesindeki Kızılderili” adlı kitabını almıştım yanıma, başladım okumaya.. bi ara bi aptallaştım. Beynimin bana bi oyunu sandım duyduklarımı. Ama yoo bu gerçekti… Gözlerimle okuduğum satırları bi ses arkamdan seslendiriyodu fısır fısır. Üstelik cümlelerin sonuna “be ya…” ekleyerek?! Bi döndüm muavin:
- Ay üssü Urfa be yaaa…
- Anaa… sen miydin?
- He be yaa..
- :)
Aklımdan aşırdığım keklerin sayısını unutmaya başladığımı geçirerek geri döndüp yaslandım koltuğuma, tam da suratımdaki sırıtmanın yavaşça kaybolduğunun farkındalığı kafamı tutmuş sıkıştırırken…

Pazartesi, Mart 19, 2007

O dükkanın gizemi sonsuza dek bir sır olarak kalacak...

Bundan iki sene önce falandı sanırım. Bi kez de Yurtlar Spor Salonu’na deil de Merkez Kampüs Spor Salonu’na gideyim demiştim o neşeli bahar gününde… Öğrenciler çimlerde uzanmış keyif yaparken, gökyüzündeki bulutlardan anlamsız şekiller türeten sevgililer de mutluluklarını içten kahkahalarıyla yasıtamazken metalci öğrencilere; yandan asmalı çantaları sağ dizinin seviyesine inmiş, uzun saçlı, keskin bakışlı bu metalci öğrenciler kulaklarındaki kulaklığın yaydığı mükemmel böğürtü eşliğinde yürüyolardı sınıflarına... ve içlerinden “neden bu insanlar bu kadar mutlu?” diye sorarlarken kendilerine, ben de dersten erken çıkmış olmanın verdiği keyifle spor salonuna yürüyor ve bütün bu olup biteni gözlemliyordum. Tam spor salonunun önüne geldim, gözüme bi dükkan çarptı. Yerin biraz altında kaldığı ve tabelası ağaçların arkasında olduğu için orda olduğunu ilk başta farkedemediğim spor eşyaları satan bu dükkana girip etrafıma bakınmaya başladım. Bi kaç dakka bakındıktan sonra tam çıkıp gidecekken. Dükkanı işleten adam şöle dedi:
-Pardon!… bi bakar mısın!?
-Efendim..?
-Yaa…burda bi dükkan olduğunu arkadaşlarına da söler misin? :(
(Gülmemek için kendimi zor tutarak)
-Ta-tamam tabi… sölerim tabi…
diyerek ortamdan uzaklaşırken “ohoo ya batar bu adam” diye aklımdan geçirmiştim.

Şimdilerde o dükkan boş… yeni öğrenciler hiç bilemicek orda bi zamanlar yaşayan bu zavallı adamın dramını belki evet ama… O dükkanın gizemi sonsuza dek bir sır olarak kalacak bu kasvetli yol kenarında…

Kütpane :)

Bizim okulun kütpanesinde ders çalışan bi insanın uykusunun gelmemesi durumu çok karşılaşılan bişey değil gibi sanki… Ya da bende var bişeyler… Ya bi de sıcak oluyo kütpane tamam mı? Böle nası uyuyasım geliyo anlatamam. Tam bole çalışıyosun şimdi:
-
Evet tamam rooth locus evet… hmm…grafiği çizerseeek..hm.. imaginary axisin crossinglerini de buluuup, eveet…hımmm… K’yı da bulduk mu şey yöntemiyle..neydi o, hah…rouuth heerwitzzzz…zzzzZZZZZZzzzZZZZZ………………………………………………
Uyuya kalmak dedim de geçen Yavuz bir uyuya kaldı abi içerken bizim evde ehihihi :) resmini çektim haberi yok :) nohahaha!!! :)
Bi de benim garip bi huyum var… kütpanenin giriş katına birinci kat diyorum orta katına ikinci en üst katına da 3üncü diyorum halbuki en üst kata çıkınca kapının yanında dana gibi “2.KAT” yazıyo… ama ben nerdesin diyince ikinci kattayım diyenlere istemsizce kızıyorum…
-Alo nerdesin?
-Kütpane 2inci kattayım.
-3üncü katı diyosun yani..
-yok iki
-Tmm işte üç o üç… Üç de bundan sonra ;)

Lisede derslerde sınıfta otururken herkesin ayaklarını önündeki sıranın demirine uzatması gerektiğini savunurken ne kadar haklıysam, kütpanenin katlarına verilen numaralar konusunda da en az o kadar haklıyım.Herkes önündekinin sırasına uzatsa ne güzel ayaklarını önündeki demire uzatınca kimse topuklarıyla vurmazdı arkasındaki arkadaşının ayaklarına hiç bizaman.. Görüldüğü gibi gayet haklıydım bu konuda da ben halbuki ya :)
Bu benim tamamen ne demek ya da ne yapmak istediğimle alakalı, tamam mı?! Bu konuda artık benle tartışmayın. Ben 3üncü kat demek istiyorum yaa…Anaa…

Cumartesi, Şubat 17, 2007

HADİ YAA NEYSE...

Kampüs dışında görüp de "aha bu tip de bizim okulda" diyebildiğim bisürü değişik insana, binlerce değişik hayata, yüzlerindeki milyonlarca yaşanmışlık izine bakıp bakıp düşünüyorum zaman zaman... benim farkettiğim ve durmadan sorguladığım bu şeyi onlar da sorguluyo mu diye… Belki her gün gördüğüm ama hiç tanımadığım bu adamlar da kampüs dışında beni görünce aklından geçiriyordur aa bak bu da bizim okulda diye. İlerde belki aynı firmada çalışan iki kişi oluruz ve o zaman sanmıyorum ki kimse gelip “Vallahi ben seni kampüste görüyodum haa!” desin. :) Ama lisede de öyle olmuyo muydu? Sadece aynı lisede okuduğumuzu bilip hiç muhabbet etmediğimiz adamlar, şimdi sokakta görünce “Ooo…Baba naber yaa?!” diye muabbet açıyo. Açmıyo mu?...açıyo, açılır… bana da açmışlardı. Önce böyle gözler büyür. Tanıyosundur çünkü aslında simayı. Bi tereddüt edersin şöyle karşılıklı, sonra aha vallahi o da beni tanıdı diyip biraz da artık üniversteli olmanın verdiği özgüvenle çotanak diye dalıverirsin muabbete:
-Yauv sen nerde okuyodun şimdi?
-biyer biyer
-Haa… iiymiş o ya..! Bizim Kazım da orda okuyo. Biliyosun dimi Kazımı? Kazım yaa bizim Kazım… Bilmiyosun…hıı neyse.. E – Hasan var! Hasan TM'ci. Onu da mı tanımıyosun..haa.. hadi yaa… neyse…

ve bunun gibi hadi ya neyselerle bitmeye mahkum bir diyalogla bi arkadaşının arkadaşını dahi tanımayan bu adamla “Baba naber yaa, sen nerde okuyodun şimdi…” muabbeti yapmak ne kadar doğru bilmiyorum ama üçüncü cümleden sonra ortak hiçbir yön bulamayacağınızı öğrendim. Bu gibi durumlarda “Neyse ben seni tutmayım…” diyip ortamdan sıvışmaktır en güzeli. Hayır ben kendimden biliyorum. :P O bakımdan şeyettim. Ama harbi merak da etmiyo değilim bu üniverstede gördüğümüz tipler de karşımıza “HUAA Baba Naber yaa?!” modunda çıkacak mı ilerde… çıkmaz sanki ya.. yok yok çıkmaz. O kadar da deil artık… “Sen nerde çalışıyodun şimdi abi? Haa Bülent var bizim orda…otomasyonda..?” “Tanımıyosun demek.. HADİ YAA NEYSE…

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Çizgifilm Sen Nelere Kadirsin?

Çocukken insan ne kadar da etkileniyo şu çizgifilmlerden yaa...
Ya ben mesela abimle çizgifilmde görüp de şemsiyeyle gardropun üstünden
yatağa atladığımızı bilirim. Ya da güç isteyen bi işte işbirliği yaparken
"Vikingler" gibi;
"HAYDİ YALLAH HOP HOP HOP!
HAYDİ YALLAH HOP HOP HOP!"
diye bağırdığımızı…
Ninja Kaplumbağaları izleyip izleyip Pizza'ya özenirdik bi de. Eheheh allahtan Türk yapımı deilmiş çizgifilm. Mikelanjelo'nun Lahmacun yediğini düşünsenize bi..sıcak sıcak seriyo masaya önce, bol acılı lahmacunun üzerinde, sıkarken parmağından akan limonu şöle bi gezdirdikten sonra, lahmacunu rulo yaparken unlanan parmak tırnak aralarını yalayıp haşin bi ısırık atıyo lahmacuna…
Baba Şemsiyesi” diye bişey vardır. Böle siyah, devasa ve tutma yeri bastonsu olan şemsiyeler var ya..işte onlara öyle derdik biz küçükken. Çünkü babamın öle bi şemsiyesi vardı ve abimle ben binbir zorlukla tırmandığımız gardroptan yatağa atlarken o meçhul şemsiyeyi kullanırdık. Yaptığımız dikey düşüş hareketi sonunda nası olmuş da hiçbir yerimizi kırmamışız hayret ediyorum. Ama hatırladığım bişey var ki o da bunun o yaşımda hayatta yaptığım en eğlenceli şeylerden biri olduğudur. Havada anlık bi yavaşlama yaratan şemsiye Her üç atlamada bir ikinci saniye gelmeden tersine döner ve artan bi ivmeyle senin kendini yatağın üstünde bulmanı sağlar. O saniyelerde kendini bir toz ve gaz bulutu gibi hissetmeye başlamışsındır çünkü zaten ne yaşadın ki hayatın gözlerinin önünden bi film şeridi gibi geçsin. E tabi en baştan alıyosun hikayeyi ister istemez :P
Ya özendim şimdi haa…Yamaç paraşütüne mi başlasam naapsam?