Bu metnin;ne kadar da "kayan yazı" olduğunu düşündüren bir görüntüsü var deil mi?....ama hayatta hiçbişey göründüğü gibi değildir......aslında... dikkatli bakarsanız bunun "kaymayan bir yazı" olduğunu göreceğinizi biliyor muydunuz?..............................................lütfen dikkatle bakmaya devam edin.................................................. ve bunun aslında kaymayan bir yazı olduğunu görün....................................................evet,simdi hep birlikte bakışlarımızı, tam olarak bu noktaya davet edelim.............................................................şimdi yavaş yavaş kaymayan bir yazıymış gibi gelmeye başladı deil mi?.................................birazdan bunun gerçekten de kaymayan bir yazı olduğunu siz de göreceksiniz............................................................................kaymayan bir yazı...............................:)))))).........

Cuma, Şubat 24, 2006

Sitriit Faytır





İstanbula her gittiğimizde Dinçer Amcam abimle beni alır atari salonuna götürürdü. Eheheh...Süper ortamlardır atari salonları. Ad-aduu ad- aduuu..oryuukeat,or-or-oryuukeeeaat sesleri ve salonda mutlaka bulunan “Şşş, çocuk! Ölecen oğlum, ver senin yerine oyunu bitiriyim” diyen tiplerle doludur. Tabi amcam yanımızdayken korkulacak bişey yoktu ama...düşününce o da küçüktü be o zamanlar :P . Ben aduket çekemezdim başlarda...Küçükken aduket çekemeyip, beat’em up oyunlarına küsmek üzereyken aşaği+ileri+yumruk yapınca gayet de yapılabildiğini buluşum o yıllara dayanır... 75-80 li yıllarda doğmuş olup da bu lafı bilmeyen bi türk evladı olduğunu sanmıyorum.Bugün türk gençliğinin kanına en çok ne nüfuz etmiştir en çok ne bilinir aralarında denirse bunun cevabı aduketdir oryuketdir diyenler olduğu gibi “en sinir oldugum laf aduket. Baya baya aduken diyo adam kardesim.” Diyen tiplere de ömür boyu rastlayacağıma eminim. “Aduket mi aduken mi,çanli mi-çunli mi, Mr.Bayzın’ın dönen ateş hareketi mi daha çok güç götürür, yoksa Zangief’in götaltı hareketi mi” kavgaları “yaşımı doldurdum, yaşıma girdim” kavgasıyla başabaş bi şekilde yıllarca sürecek ve hep muallakta kalacaktır hiç şüphesiz.
http://www.t45ol.com/play_us/782/street-fighter-2.html
http://www.komikler.com/komikoyun/oyun.php?catid=&flashid=231&g

Bozmayın Kardanadamııı...




















Ne zaman kar yağsa ağbimle dışarı çıkar kardan adam yapardık. Saatlerce uğraşır,didinir o soğukta gene de yapardık o kardanadamı; ama eve çıkmamızla mahallenin kötü çocuklarının kardanadamımızı bozması bir olurdu. Hele bunu camdan görmek ve bişey diyememek...Nasıl bi piskoloji çocukları “güzel yapılmış kardan adam bozmaca” oynamaya yönlendirirki?

Bi gün gene yaptık biz kardanadamı...Eve çıktık yemek yedik ve camdan kardan adamımıza bakarken aklımıza onu “bozma keyfi”ni en çok bizim hakattiğimiz ve bunu yaşayabileceğimiz geldi. Koştura koştura indik merdivenlerden...Biz uçan tekme,kamehame dalgası, ğaarryuuket, depdepdep duuket, taygir aparkat falan saydırıyoruz bildiimiz bütün dövüş tekniklerini....kendimizden geçmişiz,eğleniyoruz...Tam o sırada bizim binanın giriş katının penceresinden küçük bi çocuk sesi geldi:
-Bozmayın kardanadamııı... :(
ve abimden gelen cevap gayet mantıklıydı:
-
Biiiz yabdık!

Giden Gelmiyo...


Ankara Saraçoğlu Mahallesi Ortaokul yılları:
Bizim evin yanında bi kum saha vardı ve biz mahalle çocukları olarak orda maç yapardık. Fakat kalelerin birinin arkasında tel örgülerle çevrili bahçeli bi ev vardı. Tesadüf bu ya top da hep o bahçeye kaçardı. :P e tabi “atan alır” kuralı bizim mahallede de geçerliydi. Bahçeye dalar topumuzu alır kayısı ağaçlarına dokunmadan(!), geri çıkardık ama çoğu kez biz bahçeye girmeden, o evin sahibi cadaloz kadın şansına bahçede oturuyo olur ve her gelen topu kesmeye programlanmış gibi elindeki elma bıçağını bizim topa saplardı...


Ne zaman bahçesine topumuz kaçsa kesen bu kadından artık bütün mahalle çocukları nefret eder hale gelmiştik... Sonra gene topumuzun kaçtığı bi gün, gittik adam gibi isteyelim dedik topu..kura seçtik kim gitçek diye falan. Korkuyoruz da çok..Sonra şansa başka iki arkadaş çıktı ve evin ön kapısına gittiler. Biz de uzaktan izliyoruz. Bi baktık bunlar içeri giriyo. Yarım saat oldu çıkmadılar. Bi arkadaş daha gitti bakayım ben şunlara diye..O da girdi içeri. Bi yarım saat daha geçti; gelen giden yok..Baktık giden gelmiyo, giden gelmiyo..Korkuyoruz da napıyo bu kadın diye...Ertesigün öğrendik ki meğer karı bunları oturtmuş kurabiye falan ikram etmiş... :)

Çarşamba, Şubat 22, 2006

İspitçi kardeşler Deniz anası ve Babam


Olay teyzemlerin yazlığında geçiyo...Bi gün abimle ben denizden çıkmış bi güzel kurulanmıştık. Sırtımız yanmasın diye de tişörtlerimizi giymiş, en mutlu yaşlarımızda kimseden utanmadan kumdan kalelerimizi yapıyoruz. Şimdi bile içim gidiyo benim kumda oynamak için ama her ortamda olmuyo tabi..Anca tanıdığımız bi ailenin küçük çocuğu olacak ki onu oynatıyomuş gibi görünüp, getir götür işlerini ona yaptırmak suretiyle kalenin mimarisini hakimiyet altına alacaksın :) Neyse biz oynuyoruz işte abimle, bizden yaşça baya büyük olan bi abi de gelmiş keyfimizi bozuyo. Bizi kaldırıp denizin ortasına kadar yürüdükten sonra denize atarak ıslanmamıza neden oluyodu. Başta bişey diyemedik ama baktık herif alışkanlık haline getirdi hergün hergün...tişörtler de ıslanıyo, iyice uyuz oluyoruz, sahile ailecek geldiğimiz bi gün gittik babama şikayet ettik çocuğu. Sonra babam:
-Gidin çaarın bakayım bana şu çocuğu
Gittik aldık getirdik. Ve babam şöle dedi:
-Sen deniz anası yakalayabilir misin?
(Teyzemlerin yazlık Erdekte olduğu için deniz de bolca deniz anası vardı zaten..)
Çocuk gitti tabi hemen bi tane yakaladı getirdi. Babam:
-Koy bakalım kuma şimdi bu deniz anasını..

Çocuk eğildi koydu. Babam deniz anasının üzerini yoğun bi kum tabakasıyla örttükten sonra:
-Eğer bu çocukları bi daha denize atarsan, ben de seni aynen böle kuma gömerim!
Babamın gözümde ilahlaştığı anlardan biriydi bu da...


Tabi sonra çocuk bi daha cesaret edemedi bizi atmaya; ama sitede adımızı “ispitçi kardeşler”e çıkarmıştı. Nerde görse ispitçi kardeşler diyodu bize. Yazlığa top getiren tek aile de bizdik o sene ve o büyük boş sahada maç yapardık bütün site çocukları olarak. Tabi bu geldiğinde ve “Ooo ispitçi kardeşler de burdaymış” diyip hevesle “Can, Emre, Ümit benden!” modunda takım kurma havalarına girmişken abimin cevabı şu oldu:
“Top bizim! Oynatmıyoruz seni...”

Çaybardağının Dramı



Bi gün annemler dışarı çıkmış, abimle ben de evde yalnız kalmıştık. Yaşça baya küçük olduğumuz dönemlerden birinde tabii...
Annemler evden çıkarken abimle yanyana durmuş kapıdan onları uğurluyorduk. Öyle ciddi ciddi bakıyoduk ki onlara en uslu halimizle “biz artık büyüdük, evde yalnız kalabiliriz” imajını nerdeyse yutturmuştuk.
Annemler evden çıkar çıkmaz yaramazlık yapmaya başlamalıydık. Plan buydu; ama aklımıza bi türlü yapacak dahiane bi fikir gelmemişti. En sonunda yapacak süper bişey bulmuştuk. 5inci katta olan bizim evin balkonun parmaklıklarının üstünden atlayıp, arka tarafına geçecektik ve orada duracaktık. O kadar zevkli bişey ki bu... :)
Neyse biz balkonda oynuyoruz falan... Artık tam uzmanlaşmışız bu konuda, içerde birilerinin olduğunu farkettik. Kapının açıldığını hiç anlamamıştık ama!... sonra bi baktık, balkona annem giriyo...Gelenler bizimkilermiş. Balkon kapısını bi açtı ki biz balkon demirlerinin öbür tarafında yanyana durmuş, yatay demiri sıkı sıkı tutan küçük ellerimiz titrerken, anneme sırıtıp en masum bakışlarımızı atıyoruz...
Tabi naaptığımızı duyan babam çok sinirlendi. Akşam yemeğini balkonda yedikten sonra çay içilirken o akşam bize bi ders vermek istedi ve başladı konusmaya:
-Oğlum siz naaptığınızın farkında mısınız? Bu yaptığınız çok tehlikeli.
(Sonra elindeki çay bardağını havaya kaldırdı ve balkondan aşağı bıraktı...)
-Eğer burdan düşseydiniz var ya! Aynı bu çay bardağı gibi parampar-ça... olur.......du...nuz...
Fakat bardak kırılmamıştı. Bu kadar yüksekten ivmeli bi dikey düşüş hareketi yapmasına rağmen, "cuk" diye oturmuştu yere... :) Ondan sonra babamın halini ne siz sorun ne ben hatırlayayım :P

Cumartesi, Şubat 18, 2006

İki Tekerlekli Sarı Bisikletim:


Edirneye taşınırken babam bizden önce oraya gitmiş evi kurmuş yerleştirmişti. Gitmeden önce bize de bisiklet alacağını söylemişti..biz de istediğimiz özellikleri:
-Benimki mavi olsuuun
-Benimki sarııı
-Benimki büyük olsuuun!!!
-Benimki de büyük olsuuun...
Edirneye gittiğimizde evin önündeki bisikletleri görünce çok sevinmiştik...önceden söylediğimiz tüm özellikler vardı...ve ilerde çıkarılacak olan fazladan iki küçük tekerleri ...
Meriç Nehri kıyısında askeriyeye ait aile çay bahçesi modunda tesisler vardı: İki tekerli bisiklete binmeyi öğrenişim orda oldu benim. Önce bisiklete çıkıyodum. Gidonu iyice kavrıyodum. Sonra Babam seleden tutup ittiriyodu. "
Viiiieeee!..
Amaç; ilerdeki ağacın etrafından dönüp gelmekti ama...gelgelelim bisikletin ivmesi azalıp yavaşlayınca çotanak diye devriliyodum yere. :)

Yeni apartmandan komşularımız olmuştu..Bigün annem mutfaktayken misafirliğe gelen teyzenin birine bisikletimin yeni olduğunu söylemiştim. Konuşma şöyle gelişti:
Teyze:
Kim aldı sana bisikletini,hıı?
Ben: Babam!
Teyze: Ne renk bakalım bisikletin?
Ben: Sarı..En sevdiğim...
Teyze: Geri geri gidiyo mu bakalım bisikletin?
Ben: Git-git......gitm-iy....yooo...
(az önce içi gülen küçük masum bakışlarım, affallamışlık ifadesi saçıyodu artık etrafına)
Teyze bastırmaya devam ediyodu:
-Baban sana geri giden bisiklet almadı mı?Gitmiyo mu geri?

-LAAAAYNNNN YAPILIR MI LAYN BU BU KADAR KÜÇÜK Bİ ÇOCUĞA!!!

Cuma, Şubat 17, 2006

Erzurumdaki Küçük ve Güzel Dünyam:


Erzurumdaki evde o lojmanların orda çok güzel bi ortam vardı benim için…Ben dört buçuk yaşındayken ordan Edirneye taşınmışız ama ben Erzurumu çok iyi hatırlıyorum belkide durmadan benden 3 yaş büyük bi abinin yanında dolaştığım içindir bu…mükemmel bi yerdi Erzurum…Yüksek tel örgülerle çevriliydi lojmanlar ve tel örgülerin arkasında inekler vardı...onlar durmadan Mööö’lerlerdi...ben de durup onları izlerdim... Çok büyük görünürlerdi gözüme...


Sonra Güliz diye benim yaşlarda bi komşu kızı vardı bizim apartmanda...Annelerimizin hadi oynayın kardeşle diyip bizi tanıştırdığı gün daha kız çocukların erkek çocuklardan ya da erkek çocukların kız çocuklardan nefret ettiği dönemlerden çok öncesiydi bu... Yazın kumsalda kullandığımız kova ve küreklerimiz yordamıyla, Onla birlikte zehir hazırlardık ön bahçede.
Güliz: Biraz daha toprak atayım mı?
Ben: Eheheh..böcek atalım böceeek...
Güliz: Şu sarı otlardan da koyyım mi?
Ben: İneklere içirsek nooluur bunu?

Hele abimle yaptıklarımız...O nereye giderse ben de peşinden giderdim. O zamanlar “abinin kardeşi” rolümü çok iyi oynuyodum sanırım...Akasya ağaçları olurdu çevrede...Biz de onları koparıp koparıp yerdik...Şişko Erdem vardı bi de yan apartmanda...sevmezdim ben onu hiç...koparıp koparıp kendi yerdi...abimse koparabildiklerinin yarısını bana verirdi...
Bigün Büyük Özgür’ü gördük sokakta...elinde ölmüş bi fare vardı ve kuyruğundan tutuyodu...ben şaşkın şaşkın bakarken Özgür bilgiç bi tavırla şöyle dedi:
-Ouuuh...iç organları dışına çıkmıııış...
O gün “içorgan” kelimesini öğrenmiştim...

Kış aylarının ayrı bi havası vardır Erzurum’da...Ben de tabi çok küçük bişey olduğum için o dönemlerde...nerdeyse boyuma gelirdi karlar...Annem Southpark’taki Kenny gibi giydirdikten sonra benii, abimle tepeye çıkar atlardık karların içine...emin olun denize atlamaktan daha zevkli bişey bu... Sonra bigün babam bize bi kızak getirdi tahtadan..Oturulacak kısmın üzerinde yeşil askeri bi kılıf vardı...İkimiz birden üstüne çıkar evin yanındaki yokuştan kayardık bütün kış...

Daksilledik Dinciyi Resmen:

Bizim bi dinci vardı ortaokulda..Adam sınavdan önce kitapları toplayıp kendi masasına koyuyodu ama..kimsenin iplediği yoktu millet kalkıp alıyodu…bariz kopya çekiyodu bütün sınıf… Sonra arkadaşla beni yakaladı..alta açmışız kitabı geçiriyoruz…aldı kaatları tepesine imza attı geri verdi…arkadaş bi kaadına baktı bi bana… sonra çantasından “daksil” çıkardı ve hocanın kopya çektiğimizi simgeleyen imzasını daksilledi resmen… Bana da dedi “Olum daksillesene sen de mal mısın?” Bi imzaya baktım bi arkadaşa…”aldım daksili sürdüm ben de… Hayır belli olmasa içim yanamayacak. Kabarık kabarık duruyo imza izinde... :P
Sonra ne mi oldu? Hiç bişey, bütün sınıf 5 aldı dinden..:)

İki Kişinin Bildiği Şey Sır Diğildir:

Edirnede ilkokul birinci sınıftayım…Öğretmen zili çalmak üzere.Saygın’a bi sırrımı verdim. Sır şu:
-Abi bak kimseye söyleme ama ben sabahları iğne oluyorum hastayım diye...3 tane kaldı.
Sonra adam ayağa kalktı ve:
-Duyduk duymadık demeyiiin Sercan kıçına iğne vurduruyomus eheheheh!!!
Şerefsiz bi de vuruluyomus da demiyo..vurduruyomus diyo…
Allahtan sınıfın tepkisi normaldi.. “Ne var ben de hastayken vuruluyodum..” ”Ya biz de bişey sandık Saygın yaa..sus iki dakka konusma..”

Perşembe, Şubat 16, 2006

Öldürme içgüdüsüyle tanışmam:

Babam subay olduğu için durmadan taşınıyoduk biz… Her gittiğimiz yerde yeni bi okul yeni hocalar, yeni arkadaşlar… ilkokul üçüncü sınıftaydım sanırım..Yahya diye bi p.ç vardı sınıfta..Ön dişleri henüz çıkmamış, siyah saçlı, yaramaz geçinen, her tenefüs koşturmacalı oyunlar oynadığı için çamurlu ayakkabıları olan bi çocuktu…Sınıftaki “yeni” çocuğum diye de durmadan bana sataşan dallamanın biriydi.. Bi gün geldi bu:
-Lan yeni çocuk… Ayakkabılarımı yala..çamur oldu gene!
Ben bakardım suratına ne diyo lan bu adam diye..
-Yalaaaaa!!!
Ben de o zamanki küfür haznemizin el verdiği kadar bişeyler söyleyip karşılık veriyodum ama ardından da bu öküz herif bana sözle karşılık vermek yerine kovalamaya başlıyodu direk… Okulun bahçesinde ben kaçıyodum o kovalıyodu…bu bi süre böle sürdü gitti.. hiç yakalayamıyodu mal; ya da bilerek yakalamıyodu ki kovalamanın hazzını daha çok yaşasın ve benim kaçışımı izlesin p.ç. Tabi yakalasa bişey yapmayacağı için de olabilir bu yakalayamama durumu; ama bi gün aklıma bişey geldi…
Çocukca da olsa bi plan yapmıştım ve hedef öldürmekti…Bi dahaki kovalamacada parkın ordaki iki ağacın arasından geçecektim ve önceden gerdiğim ipin üstünden atlayıp yere çaktığım kazığın yanından kaçacaktım…
Sonra o gün geldi ve ben düzeneği bahçeye kurduktan sonra:
-Naber lan Yahya aptalı!
Yahya:
-Yalaaaaaa!!!
-Salak mısın olum?, aptalsın sen aptaal, GERİZEKALIIII… (nası olsa ölecek diye de rahat rahat bildiğim bütün küfürleri sayıyorum..:P)
Ve koşturmaya başlamıştık gene :) ikinci turdan sonra ağaçların arasına yöneldim.. ama sonra geçemedim o ağaçların arasından…istemedim geçmeyi…sonra da taşındık zaten ordan…

Uğradığım ilk ihanet:


Edirnedeyiz o zamanlar…Saygın diye bi arkadaş var ilkokul birinci sınıftayız…Bi de en iyi arkadaş arayışları vardır ya o dönemlerde. Millete bakıyosun hepsinin bi “en iyi” arkadaşı var. Biz de bu Saygın’la yanyana oturduğumuz için sen ol benimki de demişti bana.
Neyse bigün Beslenme dersleri olur ya..onlardan birinde:
Yemeği yiyorum ama..canım meyve çekti…aldım elmamı ısırdım. Sonra dengede dursun diye ısırdığım yerin alta gelmesini sağlayacak şekilde geri koydum
-Örtmenim örtmenim Sercan elmasını, yemeğini bitirmeden önce ısırdııı!!!…
dedi Saygın..hayır ne vardı ki bunda yani..öğretmene söyleyecek dimi..öle bi kural mı var alla allaaa… bi de en iyi arkadaşım olacak..ihanete bak..
Öğretmen de şöle dedi:
-Sercan yapmaz öle şey…

İlk Ticarete Atılışım:















Çizgifilm izlemek için haftasonu sabahları erken kalkardık abimle o yaşlarda..Şimdi ben de baktım yetenekliyim resim konusunda..oturur çizgifilm karakterlerini çizerdim.. Sonra bigün aklıma geldi..İsamil’in de etkisi olmustur büyük ihtimal. Çizdiğim karakterleri “maske” yapıp okulun bahçesinde satıyodum…ehehe..iki gün olmadı tam köşeyi dönecem, biri örtmene şikayet etmiş,.. Hoca kızgın bi ifadeyle sordu:
-Sercan nooluyo şimdi de Ticarete mi başladın?
Ben de ticaret ne demek bilmiyorum o zamanlar..:) ”Şeeey...kem küm” falan derken önlerden hocanın yalakası modunda yaşayan kız öğrenciler hemen:
-Evet hocam,Evet hocaam..biz de gördük bahçedeeee…. satmaya çalışıyoduuu..”
daa orda yeni çaktım olayı tabi ben..sonra bıraktım tabi satmayı şamarı yiyince...

ama bu yeteneği daha sonraki yaşlarda kız öğrencileri başıma toplamak için kullanmadım dersem yalan olur ehheee :)

Para Faktörüyle Tanışmam:


İlkokul ikinci sınıftaydım. Bizim sınıfta İsmail diye bi çocuk vardı. Böle esmer kara kuru bi şey…Maddi durumlarının da iyi olmadığı halinden belliydi..tenefüslerde kantine falan inmez,sınıfta otururdu..Meğer bizim yan binadaki kapıcının oğluymuş bu.. İkinci dönem bi yerde çırak olarak işe girmişti... İşe girince Hergün tam 1 milyon lira para getirmeye başladı okula.. Ben de okula hiç para götürmezdim. Kantinden zehirlenenler oluyo diye annem yanıma “ekmek” koyardı.
Ya bi de kızlar olur ya böle evden getirdiği şeye hiç “ekmek” diyemezsin..Bildiğin “Sandıviçtir” o!..öyle bi hale sokuyolardı ki ekmeği..Biz Bildiin haşır haşır torbaya koyar getirirdik..Onlarınki böle ya jelatine sarılıdır ya peçeteye falan..içinden mutlaka yeşillik sarkacak şekilde dizayn edilmiştir. Soğuk Sandıviç görünümündedir anlayacağınız..Neyse konuyu dağıtmayalım..Bir milyon da az para diildi o zamanlar bi ilkokul öğrencisi için..Sonra İsmail her tenefüs 5 eti cin, 2 fıstıklı tombi, 3 gofret almaya başladı..bense peynirli ekmeğimi yiyodum..Diyemiyodum ki anne zehirlenme kaşarlı sandviçten olur..Tombi’den olmaz diye..
Sonra Hasan vardı..ona da para verirdi İsmail: “Bi kek de kendine al Hasanım, bana da bunları getir..çabuk ol ama bak..” ve Hasan koştura koştura çıkardı sınıftan…

para kötü bişey sanırım yaa…

Hatırladığım İlk Hataam ve Suçluluk Duygusu:

Gene küçüüz işte abimle çıkmışız dışarı..yapacak bişey yok..başladık binanın tekinin bodrum katının camsız pencerelerinden taş atmaya içeri… Ama öyle tatlı bi ses geliyo ki kulağa böle “TOK!” diye… Biz atiyoruz falan mest olmuş bi vaziyette..
Yerden bi taş daha aldım, bi pencere buldum..Elimdeki taşı tam bıraktım ki camda perde var… Tok sesi gelmedi...
-AABİİİ KAAAAÇÇ!!!
Ve başladım koşmaya..abimin doğal olarak o mest olmuşluk hissi dahilinde olayı hemen anlayamaması ve ya da neyden kaçacağını anlamaması ve kaçacağı yönü bilememesinin de etkisi olacak ki benim arkamdan biraz geç de olsa başladı koşmaya… Bi yandan koşuyorum bi yandan dönüp dönüp perdeli pencereye bakıyorum..ne biliyim, içinde insanlar varmış…
O sırada pencereden bir ayak ve sarı bi kafa göründü..sonra bacak ve gövde….kadın belirdi çimlerin üstünde. Koşuyo peşimizden...abimi yakaladı:
-Ya o taş çocuğun kafasına gelseydi haaa!!!!?
-Teyze valla ben yapmadım valla ben yapmadım tey-…
ÇAAAAT… Kadın bi tokat vurdu kiii.. resmen izi çıktı elinin abimin yanağında.
Camdan fırlayan kadın abime tokat atmıstı ve suçsuzdu abim..ve beni ispiyonlamamıştı.. abimdi o çünkü benim…

En Komik Anım:

Gene Erzurum’da abimle sokağa çıkmışız oynamaya..ama iki kişi nereye kadar dimi? Biz de abimle gidelim Büyük Özgür’ü çaaralım dışarı oynamaya dedik. (Mahallede iki tane Özgür olduğu için birine büyük özgür diyoduk işte.)
Şimdi girdik apartmana..dairenin kapısının önene geldik. Abim çaldı kapıyı..o büyük ya tabi..Sonra bi kadın çıktı izbandut gibi (muhtemelen özgürün annesi)ve biz şöyle dedik korku ve şaşkınlık içinde:

-Büyük Özgür evde mii?
-
Yaaani….Bizde bi Özgür var ama…..yani büyük diil…8 yaşında!

İlk Pişmanlığım:

Sanırım Erzurum’daydık o zamanlar..okula bile başlamamıştım henüz…Askeri lojmanlarda kalıyoduk ve bişeyler almaya orduevinin çarşısına gitmiştik annemle. Ordaki manav bölümündeki asker sevimli bulmuş olacak ki beni….bana kocaman bi muzu 4 yandan soyup uzatmıştı:
“Al bakalım…Ye hadi..”.

Ne cevap verdim biliyo musunuz..
“BEN, YIKANMADAN YEMEEEM?!”
Lan ne angutmuşum yaa..Hep içimde kaldı haa.. hala unutamam o muzu.. keşke yeseydim..offf…annemizin gözüne girecez diye..
salakmışım lan resmen..

Resim yapmaya nasıl başladım

Bi kaç post böle çocukluğumdan anektodlar paylaşcam burda...İşte ilki:















Böle ben çok küçüğüm daha..hayal meyal yaşadığım dönemler ama aynen hatırlıyorum bu olayın olduğunu..
Ben kalemi ilk elime aldığım andan itibaren bişeyler çizmeye, resim yapmaya çalışıyodum. Pastel boyalarım vardı..Hatta en sevdiğim renk sarıydı o aralar..Sonra sarı boyam kaybolunca siyahı seçmiştim en sevdiğim renk olarak.:)…
Boyalar bendeydi; ama Evde kağıtlar sadece büyüklerin ulaşabileceği yerlerdeydi..ben de başladım odanın duvarlarına çizmeye, ki duvarı boyamanın kötü bişey olduğunu da bilmiyodum yani..nerden bileyim.. Ranzanın arasındaki bölegeye kadar doldurmuştum duvarları...Sonra bigün akşama dooru…Annem elinde kocaman bi kova dolusu köpüklü suyla ve bikaç bezle odaya gelmişti..Ben de yerde oturmuşum bişeyler yapıyorum ama hiç aklıma bile gelmiyo duvarları silmek için getirildiği o kovanın odaya…Tam annem bezin tekini ıslatıyodu ki Babam girdi odaya ve annemi durdurup..: “Silme sakın onları duvardan..Onlar onun ilk eserleri..” demişti.. bense yerde oturmuş küçük gözlerle olup biteni izliyodum…


(Sonra annemin bulduğu çözüm şu oldu:
-Oğlum bak kağıt vereyim ben sana kağıtlara çiz..sonra asarız onları duvara..duvarda olur resimlerin gene.. :))
Ogün bugündür çizyorum işte ben…

Pazartesi, Şubat 13, 2006

Bir rüya gördüm...


Geçenlerde bi rüya gördüm...delirmişim böle..tımarhanenin koğuşunda yataktayım falan..hafızamı kaybetmişim...çok tırstım..sonra uyanır uyanmaz kaat kalemi aldım unutmayayım diye karaladım bişeyler..süper oldu haa..ehehehe

Karanlık gecenin uyku dolu koğuşunda sessizliği bozan kurt uğultularıyla yataktaydım. Hiç uykum yoktu. Üstelik hiç de yorgun değildim. Göz kapaklarım açık durmak için beynimden komut almayı beklemiyorlardı bile. Kendimi hiç ziyaretçisi olmayan, kurak topraklardaki mezarından çıkmaya çalışan bir zombi gibi hissetmeye başlamıştım. Dinç olmam bile bana ölümü hatırlatıyordu. Çünkü bedenim olması gerektiği gibi davranmıyordu.Bu tezatlıkların canımı sıktığını düşünürken bakışlarımı tavana yöneltmiş bir yandan yavaşça sallanan örümcek ağına bakıyor, bir yandan da buna sebep olan örümceği arıyordum. Ses çıkarmamaya gayret ederek, yorganı hışırdatmadan yatağın içinde döndüm... Kafamdaki peş peşe düşünceler, ardı sıra gelmez düğümlerle sarsılıyordu köpek bokunu andıran beynimde. "Ne de olsa ben bir deliyim, hastayım!" diyordum kendi kendime. Bunu kabullenmeliydim. Kendim hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Başımda bir bandaj olduğunu bile bu sabah öğrenmiştim. Hiç bakmamıştım aynaya; ya da gerek duymamıştım. Kafamı kurcalayan bu kadar şey varken aklıma bile gelmemişti nasıl göründüğüm. Sanki...sanki doğduğumdan beri ilk kez bakıyordum kendime. Hayatımı hatırlamıyordum ki.. Nasıl bir çocuktum acaba? Yaramaz mıydım? Koşup oynamış mıydım çocuk kalbimi tan vaktine kadar aydınlatan parklarda? Ailem beni döver miydi? Bir köy dramı mıydı yaşamım, yoksa deniz kenarındaki yalımız, çıtır hizmetçilerle mi doluydu? Hiç birini hatırlamıyordum. Kendim ve yaşamım hakkındaki tek kanıt yastığımın altındaki kenarı buruşmuş eski bir fotoğraf..."Lanet olsun! Neyim ben, ha?! Bir deli mi? "Derin bir nefes aldım.Sinirimden ve garip duygularımdan dolayı sonuna kadar açtığım gözlerimin gerginliğini hissettim birden göz damarlarımda...ve kapattım göz kapaklarımı yavaşça. Bütün gücümle sıktım yumruklarımı, kıstım gözlerimi. Ağlamak istedim elindeki dondurmasını yere düşürmüş bir çocuk gibi. Hıçkıra hıçkıra ağlamak... Yerde külahını havaya diken dondurmayı görünce babasından yenisini isteyen bir çocuk gibi, yeni bir yaşam diledim Tanrıdan....

Pazar, Şubat 12, 2006

Dedeme...

Lower The Flags














He's gone, he is dead
His remains upon the hearse ahead
As silently we wander through the mist
He's free

This is the end
Your journey's over, night descends
Below... Into the abyss
Farewell, my friend, you will be missed

Lower the flags
A good man has passed
He has reached the last of frontiers
Lower the flags
Down to half-mast

For again the world has taken a turn for the worse
He's gone, he is dead
Six feet of earth upon his head
Now lay your wreaths
Upon the one who lies beneath

Although you're gone
In memories you shall live on
Asleep...In peace now rest
The weight of the world is off your chest

Lower the flags
A good man has passed
He has reached the last of frontiers
Lower the flags
Down to half-mast
For again the world has taken a turn for the worse

That mourning light I'll always remember
And these August nights; cold as December

Lower the flags
A good man has passed
He has reached the last of frontiers
Lower the flagsDown to half-mast
For again the world has taken a turn for the worse

Sentenced
Download Sentenced-Lower The Flags

Hayat Böyle Bişeymiş...


Sonsuzluğa giden yolun sol şeridindeyim. Taki hiçbir şeyin mükemmel olamayacağını anlayana dek. Hiçbir yaşam, hiçbir insan, hiçbir sevgi ya da başarı mükemmel değildir. İnsan hayatı yenilgilerle dolu. Bazılarıbunun çok farkında, bazılarıysa gelişmemiş farkındalık seviyeleri sayesinde mutluluğun içinde yüzüyorlar. Fakat herşeyin bu kadar farkında olmak doğru mu gerçekten? Üzülmesi gereken şeyler olduğunu düşünürse insan gerçekten kendini üzebilir. Sonsuzluğa giden o mükemmel yolda en sol şeritten bir sağdaki şeride geçmesi olasıdır. Bu kendi elindedir. Fakat bazı zamanlar istemesen de dibe vurursun. Çalışır, çabalarsın..Gazı sonuna kadar versen de amacına ulaşamayacağını bilen biri yukardan seni gözetliyor ve belkide sadece gülümsüyordur....ve sen ibre 220 yevurduğunda seni hiç kimsenin tutamayacağını düşünür ve hatta başarıya giden yolda sevinmeye bile başlarsın.Fakat bu öyle bi duygudur ki ne zaman bu kadar mutlu olsam, mutlaka o devasa 3000 yıllık ağaca toslarım. İşte o zaman ne başarı kalır, ne ben , ne hayatın anlamı... Sadece çürümeyi bekleyen bir bedensindir artık; ama henüz ölmemişsindir ve aslında uzun bir hayat seni bekliyordur. Arabanın ön camından fırlarken hiç hissetmediğin bir yenilgi ve aşağılık duygusuna kapılırsın. Sonra, uzun bir müddet olduğun yerde yatarken "Neden hala yaşıyorum ki?" sorusu bütün gücüyle başına bastırmaktadır. Yavaşça kalkarsın ayağa ve ağlamaklı bir şekilde ölmek istediğini haykırırsın Tanrıya. Güneşli hava yerini kara bulutlara ve kızıl gökyüzüne bırakmıştır. Fondaki bembeyyaz şimşeklerin gök gürültüleri sanki seni azarlamaktadırlar. Sanki sırf sen bu ölüm kokan anı yaşa diye başardığını sanmana neden olan o sonsuzluk yolunun sol şeridinde oluşun kendini kandırmandan başka birşey değildir aslında. Sonra dayanamaz ve bir hiçlik denizine atlarsın bir an bile düşünmeden. Vücudunun çeşitli yerlerinde bir kaşıntıya neden olan benekler üzüntünün fiziksel bir sonucudur ve hiçlik denizine atlamasaydım düşüncesi şimdi kaşınmaktan yüzememekte oluşuna üzülmene neden olmazdı sanarsın. Artık pişmansındır. Beynindeki keşkeler kulaklarından baloncuklar halinde fışkırırlarken, eskiden sahip olduğun o başarma hırsın yeniden hafif hafif alevlenmeye başlamıştır. Ama bu kez de denizin dibinde olduğunu farkeder ve sonsuzluğa gitmek için ikinci bir yol daha olduğunu görürsün. Ama bu defaki 'eksi sonsuz'a gidiyordur ve sen neredeyse ulaştığının bilincindesindir. Alevlenen hırsın, etrafını saran su tabakası taraafından söndürülmüştür. Üzülmezsin bile. Artık yenilgiler sana tanıdık gelmeye başlar, eski bir dost gibi yenilgiyi benimsemeye başlarsın. Aklında hep bir kısayol tuşu olsa ne iyi olurdu düşüncesi vardır hep bu hiçlik denizinde geçirdiğin sürede; ama beyninin ücra köşelerinde olduğu için düşündüklerini dile getirmeye bile utanırsın. Çünkü sen öyle bi adam değilsindir. Sen tırnaklarıyla kazıyarak, alnından akan ter damlasının çenende süzülüşünü hissederek yaşamışsındır hayat boyu. Bu defa da "undo" tuşu gelir aklına "geri al"...Keşke neredeyse bütün bilgisayar programlarında bulunan o aptal tuşu yaşamımda en azından bir kez kullanabilseydim dersin kendi kendine.Tanrıdan yaşamını geri istersin fısıldayarak...ve sıkı sıkı kapalı tuttuğun gözlerini açtığında kendini yeniden sonuzluğa giden yolun sol şeridinde bulmak istersin; ama bunu Tanrıya söylemek öyle zordur ki, buna yüzün olmadığını düşünecek kadar demoralize olduğundan ağzından çıkan fısıltıyı kendin bile duyamazsın. Buna hakkın olmadığını düşünür ve aslında hiç kimsenin hayatının mükemmel olmadığına inanmaya başlarsın. Geride kalan yollara bakar ve sonsuzluğa giden yolda senin arabana yer olmadığını sanarak, eğer kader diye bi şey varsa, senin gitmen gereken yolun önünden geçerken orda olduğunu bile farkedemediğin tali yollardan biri olduğunu düşünürsün ezik bir zihniyetle. Ve bu kaderci zihniyet seni olmadığın birine dönüştürüverir. Seçmiş olduğun bu yolda mutluluk oyunları oynarsın. O farkındalık seviyesi gelişmemiş isnanlardan sanar bazıları seni. Halbuki sen hepsinden daha farkındasındır neler olup bittiğinin ve belkide senin razı olduğun bu tali yol seni küçümseyen bu insanlar için sonsuzluğa giden yol rolündedir. Sen ise çevrende gördüğün bu insanlarla kendini kıyaslayarakböbürlenmeye başlarsın. Yıllar önce neler yaşadığını hatırlayamayacak kadar silmişsindir anıların acı kısımlarını hafızandan. Sonra bir de bakarsın razı olduğun bu dar, tali yoldaki herkes senden çok farklı değil. Senin gibi insanların yüzlercesi bu tercihi yapmışlardır ve sen onlarla aynı kaderi paylaşmanın hazzını yaşarsın sürü piskolojisi içinde. "Yalnız değilmişim." dersin. Hayatın yeniden anlam kazanmaya başlar. Bir de bakarsın senin tali yol diye baktığın bu yol seni ve arkadaşlarını zorlamaya bile başlamıştır. Bu yola sonsuzluğa giden yol diye bakanlarsa başardıklarını sanmaktadırlar hala. Sense senin sonsuzluğa gittiğini sandığın yola razı olmuş insanlarla tanışır ve bütün bu kısır döngünün küçük bir parçası olduğuna şaşar kalırsın. Ve aslında sonsuzluk kavramının ne ifade ettiğinin kişiden kişiye değiştiğini savunursun; ama içten içe yoksa bu sadece kendimi avutmak için uydurduğum bir olgu mu diye de düşünmeden edemezsin. Yalnızsındır bu noktada ve bunu kimseyle paylaşamazsın. Geçmişinde kalan büyük hedeflerin artık küçük birer hayal kırıntısı haline gelmiştir. Buna üzülmeye hiç vaktin olmaz; çünkü üzerinde gittiğin bu yolda hata yapmamak için çok dikkatli olmaya çalışırsın. Sonra gün gelir bu tali yol, ana yolla birleşir ve bir de bakmışsın bu defa sürekli artan bir ivmeyle yol alıyorsundur. Suratında salak bir sırıtma oluşur ister istemez; çünkü az önce o devasa 3000 yıllık ağacın yanından geçmişsindir ve ona çarpıp artık çürümeyi bekleyen birer beden olduklarını sanan yüzlerce insanı görmezden gelemezsin. Bilinç seviyen yükseldiği için sol şeride sık sık; ama sadece araba sollarken geçmeye başlarsın. Herşey rayına oturmuştur artık. "Undo" değil "Copy Paste" yapmışsındır. Geldiğin seviyeyi hakettiğinden eminsindir bu defa. Fkat o anda üzerinden hızla geçen milyonlarca F-16 olduğunu görürsün. Başını önüne çevirir ve sırıtarak yoluna devam edersin havaalanının çok da uzakta olmadığını bilerek........